Tüm gece ordan oraya döndüm durdum. Resmen heyecanlanmıştım. Sanki sabah ÖYS’ye girecektim. Kendimi telkin etmeye çalışsam da pek başarılı olamadım. Uykuya dalabildiğim aralıklarda da saçma sapan, sıkıntılı rüyalarla meşguldüm. Hatırlayabildiğim bir tanesi: Sabah kalkıyorum, karanlıkta ayakkabılarımı giyiyorum, koşarak metroya gidiyorum. Metroya binice bir bakıyorum ki ayağımda Gökhan’ın spor ayakkabıları ve de kimin olduğunu bilmediğim uzun siyah çoraplar. Kafamdan kaynar sular boşalıyor tabi. Görüntü olarak karizmayı çizdirmek bir yana foot pod da kendi ayakkabılarımla beraber evde kalmıştı! Şimdi tempomu nasıl ayarlayacaktım falan derken ter içinde uyandim tabi. Bu şekilde sabahı zor ettim.
Pazar sabahı için telefonun alarmını 05:50’ye kurmuştum. Böylece 08:45’te başlayacak olan yarıştan 2.5-3 saat önce birşeyler yemiş ve yediklerim midemi terk etmiş şekide koşmaya hazır olabilecektim. Maraton kahvaltısı deyince aklınıza sakın 3 yumurtalı omlet, sahanda sucuk, ballı kaymaklı kızarmış ekmek falan gelmesin. Kahvaltı dediğim bir kase meyveli müsli, üzerine 200 ml kadar süt ve yanında 500 ml Powerade’den ibaret basit bir öğün. Kahvaltıyı tamamlayınca saati 1 saat sonraya kurup belki biraz uyuyabilirim diye düşündüm ancak başarılı olamadım. Yarış start alanı çok uzak değildi. Bir aktarma ile gitmem mümkündü. Üstümü giyindim. Yağmur olasılığına ve yarış başlayana kadar üşümeye karşı start alanında bırakabileceğim geçen seneki Runtalya Maratonu’ndan kalma yağmurluğu da giyip, mışıl mışıl uyuyan kızımı öpüp evden çıktım. Metro istasyonunda bir tek ben vardım. Ardından koşucu olmayan iki genç geldi. Beni bu kıyafetle görünce kendi aralarında espiri yapıp koşma taklidi yaparak yanıma yaklaştılar. Günaydın, maraton mu koşacaksınız, nereden geilyorsunuz, Türkiye’den buraya koşarak mı geldiniz tarzı yarış sabahı için tahammülü zor, hafiften sinir bozucu soruların ardından 2-3 koşucu ve tren aynı anda durağa geldi. Vagona binince ve vagonun koşucularla dolu olduğunu görünce bir daha sesleri çıkmadı çünkü artık onlar azınlıktaydılar.
Metro yolculuğu yarım saat civarı sürdü. Charles de Gaulle-Etoile durağında inen herkes koşucu ve refakatçileriydi. Ben de kalabalığa kendimi bıraktımve hep beraber start alanına çok yakın bir noktadan Champs–Élysées Bulvarı’na çıktık. Etraf inanılmaz kalabalıktı. Start alanına ulaşmam 10 dakika kadar sürdü. Alanın çevresi parmaklıklarla çevrilmişti. Hızlı koşucuların start kalabalığında sıkışıp kalmamaları için start en önde en hızlılar ve en arkada en yavaşlar olmak üzere kademeli olarak verilecekti. Hedef yarış sürem olan 03:45 (3 saat 45 dakika) grubunda yer bulamayınca yazılmak zorunda kaldığım, benden daha hızlıların olduğu mavi renkle kodlanmış 03:30 grubuna ayrılmış bölgeye göğüs numaramı göstererek girdim. Yarışın başlamasına daha yarım saat vardı ve hava inanılmaz soğuktu. Bu yarış için iyi haber olsa da beklerken o kadar üşüdüm ki dişlerim titremekten birbirine vurmaya başladı. Arada esen rüzgar durumu daha da kötüleştiriyordu. Kalabalık arttıkça ortam ısınmaya başladı ama yeterli değildi.
Ortada kurulan yüksek platform üzerinde 2 kişi yüksek tempolu müzik eşliğinde koşucuların sıcak kalmalarını sağlayacak stepi andıran ısınma hareketleri yapıyordu. 1-2 dakika eşlik etmeye çalıştıysam da pek sarmadı, vazgeçtim. Bu arada pacer ya da tavşan da denen sırtlarında hedef sürenin yazılı olduğu bayrakları taşıyan tecrübeli koşucular geldi. Her grup için 3-4 tavşan atlet vardı. Soğuğun da etkisiyle metroda içtiğim Powerade’le pek kısa süren birlikteliğimizi sonlandırma vakti de gelmişti. Tuvaletler aynı ayranlarda olduğu gibi iki türlüydü: kapalı ve açık. Kapalılarda sıra uzundu. Açık olan pisuvar formundakiler haliyle sadece erkeklerin tercihi olup bekleme süresi biraz daha kısa gibi duruyordu. Gözüme en kısa görünen sıraya girdim ve Fransız halkının idrar biriktirme kapasitelerine hayran kaldım. Kişi başı süre kimi durumlarda 3 dakikaya kadar çıkıyordu. Neyse bu işi de aradan çıkarttıktan sonra 03:45 grubuna yakın olabilmek adına arkalara doğru kalabalığı yararak ilerledim. Anonslar Fransızca, İngilizce, Almanca ve İspanyolca olmak üzere 4 dilde yapılıyordu. Önce tekerlekli sandayeli sporcular start aldı. Bunu elit atletlerin startı izledi. Heyecan doruktaydı. Yağmurluğu kenara bıraktım. 03:30 grubuna sıra gelince hala oldukça uzakta olan start çizgisine doğru yürüyerek ilerlemeye başladık. Koşunun 15 dakika öncesinde almam gereken ilk enerji jelimi 100 ml kalan Powerade’in yardımıyla yuttum. Sıra her 45 dakikada bir jel almayı unutmamaya gelmişti.
Dip not olarak söylemeliyim ki start noktasına geç ulaşmak bir dezavantaj teşkil etmiyor. Herkesin başlangıç zamanı start çizgisinde yer alan matların üzerindeki kablosuz elektronik okuyucuların her koşucunun göğüs numarası kağıdına yapıştırılmış RFID denen elektronik etiketi okumasıyla ayrı ayrı kaydediliyor. Otoyollardaki otomatik geçiş sistemi benzeri bir sistem. Bu sistem parkur boyunca her 10 km’de ve finiş çizgisinde konumlandırılmış kontrol noktalarında her koşucunun geçiş zamanını kaydederek net ve ara geçiş sürelerini belirlemeye imkan tanıyor.
Start çizgisine ulaşmam yaklaşık 20 dakika sürdü ve koşmaya başladım. Artık heyecan kalmamıştı. Hedeflediğim yarış temposu olan 05:20 dakika/km hızıyla koşarken belimdeki Disneyland hatırası ağrı burdayım demeye başladı. Açıkçası ya şiddetini arttırarak devam eder ve koşmamı engellerse diye endişelenmedim değil. 5. km’de kasların ısınmasıyla ağrı azalmıştı ve şimdi yarışa daha çok konsantre olabilirdim. Bu sırada 03:45 grubunun pacer atleti bana yetişti ve geçti. Yoksa yavaş mı gidiyordum? Pacer ‘la aramdaki mesafeyi 3-5 metre civarında koruyacak şekilde biraz hızlandım. Yarış boyunca bu adamı önümde gözden kaybetmezsem 3 saat 45 dakikalık hedefime ulaşabilirdim. Her 5 km’de yer alan su istasyonlarını birer birer geride bıraktık. Çoğunda bir şişe su alıp ağzımı ıslattım ve boşalan mataramı koşarken döke saça doldurdum. İnsanlar su almak için yavaşladığında pacer da yavaşlayıp onları bekliyordu. 15. km’deki su istasyonunda mataramda su olduğu için durmayınca pacer arkada kaldı. Nasıl olsa bana yetişir diye düşünerek aynı hızda yoluma devam ettim.
45 dakikada bir enerji jellerimi yemeye çalışıyordum ama antrenmanlarımda tecrübe ettiğim ve beklediğim gibi midemi biraz rahatsız etmeye başlamışlardı. Zaten bu problem daha sonradan 3. saatte almam gereken jeli de pas geçmemi zorunlu kılacaktı. Yolda belirli aralıklarla müzik grupları değişik türlerde parçalar çalıyordu. En motive edici olanı yüksek sesle vurmalı çalgılarla ritim tutan 15-20 kişilik bir gruptu. Yol boyunca sürekli tezahürat vardı. Yolun her iki tarafı da alkışlayan, motive edici sözler bağıran, fotoğraf çeken izleyicilerle doluydu ve görüntü inanılmazdı. Şehrin en doğusunda yer alan botanik bahçelerinin bulunduğu Bois de Vincennes‘e girdiğimizde kalabalık azaldı. Sanıyorum 18. km civarında biraz yavaşlar gibi oldum. Havadaki rutubet artmıştı ve herkes bunalmaya başlamıştı. Kısa sürede kendimi toparladım ve eski tempomu buldum. Ardından 20-25.km’ler arasında nehire paralel yol üzerinde ilerlerken tünellere girip çıkmaya başladık. Tünel girişleri rampa aşağı çıkışları ise rampa yukarıydı. Tünellerin içi ise loş, havasız ve rutubetliydi. Parkurun en sevimsiz ve gereksiz bölümü burası olmalıydı. Tünel çıkışlarındaki rampalarda enerjimi ekonomik kullanmak amacıyla adımlarımı kısalttım ve sıklaştırdım.
30. km’yi tahminimden daha dinç geçtim. Artık insan vücudundaki glikojen depolarının koşmayı sonlandırmayı gerektirecek derecede bitip duvara toslama olasılığının en yüksek olduğu bölüme girmiştim. Acaba dün yeterince makarana yemiş miydim? Enerji jelleri işe yarıyor muydu? Yeterince su içiyor muydum? Hedeflediğim tempo çok yüksek olabilir miydi? Bütün bu sorulari kendime sorarak bir sonraki kilometre tabelasını bekleyerek koşmaya devam ettim. 33. km civarında parkur Gökhan’ların evine çok yakın bir noktadan geçiyordu. Nilgül, Derin ve Gökhan’lar beni orada bekleyeceklerdi. Yarış önesi onlara o bölgeden geçebileceğim tahmini bir saat aralığı verdim. Kararlaştırdığımız noktaya yaklaştığımda kızımı ve eşimi göreceğim düşüncesiyle beklemediğim bir şekilde duygulandım. Maraton sırasında insan değişik ruh hallerine girebiliyor ve bunu tekrar tecrübe etmiş oldum. Kendimi topladım, etrafıma bakarak tanıdık bir yüz aramaya koyuldum. Ancak ne yazık ki kimseyi göremedim. Buluşmayı gerçekleştirememiştik. 35. km’de bu duygu ve düşünceler eşliğinde geride kaldı. Ardından tekrar yeşillik bir bölge olan şehrin batı tarafındaki Bois de Boulogne‘ye girdik.
Artık bitişe yaklaşıyorduk. Dizlerim katılaşmaya başlamıştı ve bacaklarımı yerden kaldırmakta biraz zorlanmaya başladığımı farkedince tedbir olarak bir kaç kez dizlerimi karnıma doğru çekerek koşu esnasında esnetme yapmaya çalıştım, biraz faydasını gördüm. Son 5 km’de yarışı bırakmış, kramplarla boğuşan, ağaca yaslanmış esnetme hareketler yapan, perişan halde sırtlarında parlak alüminyum folyo benzeri termal örtülere sarınmış olarak yürüyen insanlar çoğalmaya başladı. Artık yarışın en zor bölümündeydim ve azalan konsantrasyonumu korumalıydım. Kendimi kötü hissettiğim bir iki anın dışında tempomu korumaya gayret ettim. Bunlardan birinde uzun süredir görmediğim 03:45 grubunun tavşan atleti beni gayet dinç bir şekilde geçince silkinip kendime geldim. Tekrar hızlandım ve tavşanı gözden kaybetmemeye çalıştım. Adam gayet hızlı gidiyor ve aradaki farkı açıyordu. Bu bölümde biraz moralim bozulur gibi oldu. Sonra kendi kendime “Boşver Umut, önemli olan 4 saatin altında koşmaktı, dert etme” dedim ve koşmaya devam ettim.
Son 2 km’nin hafif bir rampa olması işleri zorlaştırdıysa da ileride Arc de Triomphe‘u görünce bitişe iyice yaklaştığımızı anladım ve tekrar tempoma odaklandım. Son 1 km tempomu iyice arttırdım ve depar şeklinde olmasa da kendimce güçlü sayılabilecek bir tempoyla bitiş çizgisinden geçtim. Saatime bakmak çok sonradan aklıma geldi. Bacaklarım oldukça yorgundu ama etrafta kalabalıktan oturacak yer yoktu. Madalyamı, Finisher’s t-shirtümü, çöp torbasından bozma yağmurluğumu ve 1 şise su alarak insan seli içerisinde kendimi akıntıya bıraktım. Bulduğum ilk boşlukta bir süreliğine kaldırıma oturup dinlendim ve bacaklarımı gerdirdim. Zamanıma baktım ve 03:45:36’yi görünce çok sevindim. Tam hedeflediğim sürede Paris Maratonu’nu koşmayı başarmıştım. İnanılmaz mutluydum ama bir o kadar da yorgun.
Kan şekerimin düşmüş olmasına bir de havanın soğukluğu eklenince tekrar üşümeye ve hatta titremeye başladım. Susamıştım da. Aldığım bir şişe suyu içmiştim ama mataralarımdan birinde hala su olmalıydı. Elimi mataraya attığımda yerinde olmadığını farkettim. Kaldırımda oturduğum yerde düşürmüş olmalıydım. Artık akıntıya ters yönde ilerleyip geri dönmek ve matarayı bulmak için çok geçti. Yanıma ne akla hizmetse para da almadığımdan su da alamadım. Susuz bir şekilde hafiften titreyerek ve yürümekte biraz zorlanarak güç te olsa metro durağına ulaştım ama bu arada yarışı bitireli yarım saat geçmişti bile. Metronun kapasitesi 35 bin koşucuyu ve yakınlarını kaldıramamış ve insanlar metro durağından dışarı taşmıştı. Sanıyorum bir yarım saat de burada metroya binmek için bekledim. Eve vardığımda herkes heyecanla beni bekliyordu. 1-2 bardak su ve ardından kas yıkımını toparlamaya yardımcı olacak protein ağırlıklı içeceğimi içtim. Sıcak bir banyonun ardından artık kendime gelmiştim. Öğle yemeğinde yine bol makarna yedim. İçinde fuardan aldığım elektrolitli tableti erittiğim bir bardak suyu da içtiğimde artık normal bir insan gibi hissetmeye başlamıştım. Biraz dinlenmenin ardından 15 dakika mesafedeki bir parka yürüdük. Derin ve Bilge yine çimlerde koşturdular. Toplam yarım saatlik yürüyüş bacaklarıma iyi geldi. Gece deliksiz bir uyku çekip saat 7 gibi İstanbul’a dönüş yolculuğuna başladık.
Ailemle birlikte Paris’i gezmek, eski dostlarımı görmek, onların ve ailemin desteğiyle hedeflediğim sürede Paris Maratonu’nu koşmak, emeklerimin ve fedakarlıklarımın karşılığını almak çok keyifliydi. İlk defa pişman ve perişan olmadan bir maratonu bitirdim. 2 haftalık toparlanma sürecim devam ediyor olsa da daha şimdiden oldukça iyi durumdayım. Paris Maratonu’na ücretsiz olarak kayıt olmamı sağlayan ASICS’e, büyük bir gururla 4 yıldır gönüllü koşucusu olduğum ve bana bu fırsatı veren Adım Adım Oluşumu’na, muhteşem misafirperverlikleriyle bizi evlerinde ağırlayan, bize kendimizi evimizdeymişiz gibi hissettiren üniversiteden ve ABD’de yaşadığım dönemden arkadaşım Gökhan’a ve harika yemekleriyle maraton performansıma büyük katkı sağlayan eşi Yasemin’e ve de en önemlisi her konuda sınırsız anlayışı ve hoşgörüsüyle her zaman yanımda olan, 4 saatlik antrenmanım öncesi evde makarna kalmadığını farkedince hiç tereddüt etmeden üşenmeyip hamur açarak ev makarnası yapacak kadar fedakar, dünyalar tatlısı eşim Nilgül’e ve varlığıyla, tatlılığıyla en büyük moral kaynağım olan biricik kızım Derin’e sonsuz teşekkürler sunuyorum. Hepiniz iyi ki varsınız!
Acaba sıra hangi maratonu koşmaya geldi diye düşünürken İstanbul’a döndükten 3 gün sonra şans bir kez daha bana güldü: Adım Adım’ın Runtalya sonrası Kutlama Partisi’ndeki çekilişte 28 Ekim’de koşulacak Venedik Maratonu’na, kayıt, yol ve otel masrafları ASICS sponsorluğunda karşılanacak şekilde katılma hakkı kazandım. Hala inanmakta güçlük çekiyorum. Şu ana kadar kuralardan, çekilişlerden, piyangolardan yana hiç sansı olmayan bir insan olarak 3 ay içinde iki kurada ismimin çıkması gerçekten inanılmaz. Meslek hayatım boyunca ASIC (Application Specific Integrated Circuit) tasarımı yapmış olmam ASICS’in yer aldığı her çekilişin bana çıkmasını gerektiriyor mu bilemiyorum ancak şimdi sıra geldi gerçekçi bir durum değerlendirmesi yapıp Venedik için yeni hedef süreyi belirlemeye ve aerobik taban oluşturma antrenmanlarına yavaştan başlamaya.
Ve son olarak ASICS tarafından bu güzel maratonu bir o kadar güzel özetleyen video: